Büyük İstanbul Otogarı - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

Büyük İstanbul Otogarı

Otobüs perona gireli henüz beş dakika olmamıştı ki, bagaj sırasında beklerken telefonum çaldı.
 “Selim, indin mi oğlum?”
“İndim anne, indim. Merak etme.”
Eskiden öyle tembihlerdi büyüklerimiz. "İnince bizi mutlaka ara!" 
Ben genellikle unuturdum aramayı. Ama onlar unutmazdı. Bilhassa annem. Bir deplasman dönüşü, genç yaşta futbolu bırakmama sebep olan o talihsiz kazadan sonraki her yolculuğumda en az on kere telefon ederdi.  Ben yine  “İndim,” diye eve haber vermeyi unutunca annem her zamanki gibi teyzemi ve halamı yamacına alıp aramıştı.

Yaklaşık yirmi saniye süren görüşmemiz sonrası telefonu kapatırken sevinç içinde onlara sesleniyordu;

“İnmiş kızlar, inmiş!”
*
Annem, evde kalmış teyzem ve sabahtan akşama kadar bizden hiç çıkmayan halamla birlikte aynı evi paylaşıyordum. Beni onlar büyütmüşlerdi. Yine böyle sıcak bir yaz günü İstanbul-Ankara yolunun 135. kilometresinde, şehirlerarası bir otobüste erken dünyaya gelmişim. Babam, ben doğmadan üç ay önce elim bir trafik kazası sonucu hakkın rahmetine kavuşmuş. Rahmetli dedem Emekli Albay Sami Bey, kızları Meryem ve Sümeyye hanım ile halam Şükran hanımın elinde büyümüştüm. Annem Meryem Hanım, bana babamın ismini koymak istemiş, adımın Selim olması için çok ısrar etmiş fakat sözünün üstüne söz tanımayan Sami Bey erken doğumumdan mütevellit Tezcan ismini uygun görmüş. Fakat rahmetli olana dek dedemden gizli olarak arkadaşlar arasında ikinci bir isim gibi Selim’i de kullandım. Dedem öldükten sonra annem de Selim demeye başladı bana. Teyzem, Tezcan demeye devam etti. Halam, orta yolu buldu. Tezcan Selim diye seslendi her zaman. Fakat resmi adım Tezcan. Aynı resmi kayıtlara göre şimdi otuz yedi yaşındayım. Bir devlet dairesinde dördüncü derece, birinci kademe memurum. Hiç evlenmedim. Üç kez nişanlandım. Üçünde de nişanım bozuldu. Annem; “Nazar var oğlum sende,” dedi. Teyzem ve halam ise;  “Büyü var bu çocukta,” diye söylendiler.
Böyle şeylere çok meyilli olmadığım için gıyabımda ve benden gizli üç kez muska yazdırıp dört defa kurşun döktürmüşler. Bunu öğrendiğimde "Bırakın bu işleri anne ya!" diyerek sitem ettim. "Öyle deme oğlum Allah'ın gücüne gider," dedi annem. Teyzemle, halam oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi, ellerini göğüslerinde kavuşturmuş asık bir suratla sessiz kalmayı seçtiler. Aramızdan su sızmayan bölüm müdürüm Halil Bey ise daha bilimsel yaklaştı olaya. Aynı zamanda yakın arkadaşı da olan, İstanbul'un en meşhur psikiyatrlarından Suzan Hanım’ı tavsiye etti. Yılların Halil Bey’i vardır elbet bir bildiği diyerek Suzan Hanım’a gittim. Fakat doktorum daha ikinci seansın ortasında;
“Üzgünüm Tezcan Bey ama size yardımcı olamayacağım,” diyerek reddi hasta yaptı beni.
Oysa çok fazla bir şey istemedim bu hayattan. Benim dışımda kimsenin umursamayacağı, çok küçük detaylara fit olabilirdim. Sıradan ve basit olsun istedim her şey. İçtiğim kahve gibi sade olsun mesela. Bir de mümkünse kalabalığa ve gürültüye yer olmasın. Tıpkı manasız ve çıkıntı bazı huylarım, takıntılarım gibi. Ama işte hiç hatasız kul olur mu?

*
Annemle konuşmamız bittiğinde bagaj sırası bana gelmişti.

“Kaç numara efendim,” diye sordu mavi gömlekli, bıyıkları yeni terlemiş gençten muavin.

‘4, uğurlu rakamım’ demek geldi içimden. Vazgeçtim. Sağ elimin sırtıyla alnımda biriken teri silerken, bundan muavine ne, diye düşündüm.

Sadece “4,” dedim.

Muavin, bir tekeri kırık siyah bavulumu seri hareketlerle bagajdan çıkarıp bana doğru uzattı. Beton zeminde sürüklendikçe, takur tukur sesler çıkaran emektarla beraber yazıhaneye doğru yürümeye başladım. 

Rutubeti, kalabalığı, gürültüsü kendinden menkul şehir, sevmediğim bir akraba gibi hemen sarıp sarmalamıştı beni.  Sabah saatleri olmasına rağmen Mısır çarşısını aratmayacak bir kalabalık vardı. İnsanlar geçiyordu devamlı gözümün önünden. Yukarıdan aşağıya, soldan sağa. Bulmaca gibiydiler. Fakat çabuk çözülüyorlardı. Hepsinin ortak özelliği uyku mahmuru, asık suratlı ve mutsuz olmalarıydı. Yüzlerinde kendimi görüyordum. Çoğunun olduğu gibi benim de fazla seçeneğim yoktu. Elimde olsa dönmezdim kışları soğuk ve gürültülü, yazları sıcak ve nemli, insan öğüten bu şehre. İmkânım olsa direkt Bozcaada'ya kaçardım. Biraz cesaretim olsa orada kendime yeni bir hayat kurardım. Fakat bu se-sa şart eklerinin yapış yapış ağustos sıcağında beni hiç bir yere götürmeyeceğini iyi biliyordum. Zira elime bakan birbirinden tatlı ve huysuz üç kadınla birlikte yaşıyordum. Onları bırakıp nasıl giderdim? 
                                              
Eve dönmek için klimalı yazıhanede yarım saat servis bekledim. Neden sonra, esmer, çok uzun boylu, beyaz gömleğinin üstten iki düğmesi açık, dalgalı siyah saçlarına İtalyan güneş gözlüğü takmış bir adam içeri girdi. Selvi Boylum Al Yazmalım filmindeki Kadir İnanır’a benziyordu. Bir an için O’nun konuştuğunu hayal ettim.
“Beşiktaş tarafına gidecekler beni takip etsin,” dedi.
Bazılarımız ellerinde poşet, omuzlarında askılı spor çantalarla, bazılarımız da tekerlekli bavullarla, apar topar bu uzun boylu, esmer adamın peşinden seyirtip Peugeot marka, beyaz minibüse bindik. Servisle on beş dakika yol gittik. Döndük, dolaştık. Baktım, sağımda, biraz aşağıda Büyük İstanbul Otogarı olduğu gibi duruyor. Anadolu yakasında oturduğum için pek bilmiyordum bu yolları. Ama yine de bir şey anlamadım. O kadar kilometre ve o kadar dakika yol gidip hâlâ Büyük İstanbul Otogarı’nın çekim alanından çıkamamıştık. Şey gibi hani; Yüzmeyi yeni öğrenmeye çalışırken belime kadar gelen suda bir arkadaşımı direk gibi sen burada bekle diye yanıma dikip yüzmeye çalışıyordum. Yorulup kulaç atmayı bıraktığımda bir arpa boyu yol alamadığımı görünce de çamura yatıyordum.
"Yürüyor musun oğlum sen?”
Yemin ediyordu arkadaşım;
"Ekmek, Mushaf çarpsın ki sabit durdum lan!"

Fasit bir daire içinde dönüp duruyorduk. Önüm arkam, sağım solum son model yolcu otobüsleriyle doluydu. Velhasıl otogarı bir türlü terk edemiyorduk. İyice sıkılmaya başlamıştım. Etrafıma şöyle bir bakındım. Diğer yolcular bu durumu pek dert etmiyorlardı. Çoğu zaten uyukluyordu. Uyumayan birkaç kişi de kendi aralarında mır mır sohbet ediyorlardı. Fakat ben çatlayacak gibi olmuştum. Sıcak bir yandan, yol yorgunluğu bir yandan, dayanamıyordum. Rüya mı, nasıl bir kâbus bu Allah’ım diyordum. Rüyaysa şayet bir an evvel uyanayım istiyordum. Şoförün iki sıra gerisinde kendimi çimdikledim. Canım yandı. Çıkardığım tuhaf sese selvi boylu şoförümüz tepki verdi.

“İnecek mi var?”

“Hayırlısıyla şu otogardan çıksaydık,” dedim.

Fakat dediğime de pişman oldum. Şoförümüz konuşmaya hasret bir adam çıktı.

“Çıkarız, çıkarız evelallah. Ben ne karda kışta, yağan yağmurda, çöl sıcaklarında çıktım buradan. Yine çıkarız. Höst ayı! Sinyal vermeden o nasıl dönüş oradan. Kim veriyor bunlara ehliyeti bilmem ki? Bakkaldan alıyorlar sanki. Kusura kalma sayın abim, ağzımı da bozdum. Lakin her gün onlarcası ile uğraşıyoruz böyle. Ne diyorduk? Hah, otogardan çıkışı anlatıyordum. Hiç unutmam, yine bir gün, bugünkünün aksine karlı, fırtınalı bir havaydı. Hani şu İstanbul'a en çok karın yağdığı mart ayıydı. 96 ya da 97 yılı olacaktı sanırım," derken biraz duraksadı. Emin olamadı.Oysa 87 martıydı. Bu tarihi çok iyi biliyordum. Çünkü dinmek bilmeyen kar nedeniyle Beşiktaş’ın İnönü Stadı’nda Dinamo Kiev ile oynayacağı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası maçı ertelenmişti. Sürekli yağan kar nedeniyle maç on gün sonra İzmir’de oynanmak zorunda kalmıştı. Dikiz aynasından şoföre şöyle bir baktım. Kendimi tutamayıp az kalsın lafa girecektim. Gevezeliğini hatırlayıp son anda vazgeçtim. Zaten bu kadar sessizlik bile çok gelmişti ona. Boynunu bir sola, bir sağa yatırıp kütlettikten sonra tuhaf hırıltılar çıkararak boğazındaki gıcığı temizledi ve anlatmaya devam etti.

“Baharı beklerken kar gelmişti. Rabbimin hikmetinden sual olunmaz elbette. Kar da, güneş de biz canlılar için. Ama buranın kışı, İstanbul’un içine, efendime söyleyeyim Anadolu yakasına hiç benzemez hocam. Balkanlara yakınız ya. Çok sert olur burada kışlar. O gün de öyle bir fırtına vardı işte. Göz gözü görmüyordu. Serviste on beş yolcu vardı. Allah seni inandırsın diğer firmaların servis şoförleri cesaret edememişti bu zorlu rampaları çıkmaya. Onların birkaç yolcusunu da aldım. Ben dedim çıkarım. Çıktım da. Sanki Boeing 747 indirmişim gibi yolcular alkışladılar falan. Gururlandım tabi. Ama hiç gerek yoktu. Zaten bunun için para alıyorduk. İşimiz bu,” dedikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Dikiz aynasından beni aradığını anladığım an gözlerimi kapadım.
* * *

Alt katları ince, yukarıya doğru çıkıldıkça genişleyen, gümüş renkli ve ters piramit şeklindeki onlarca yüksek yapı arasından uçan otobüsümüz ile havada süzülüyorduk. Etrafımızda bizim otobüsümüz gibi uçan birçok vasıta vardı. Şeytan uçurtmalarını andıran, arkasında sadece iki yolcu koltuğu olan taksiler. Motosikletle su kızağı karışımı, tek kişilik araçlar ve bir kaç kat üstümüzde üçgen kabinli teleferikler ileri geri hareket halindeydiler. Tüm araçların ortak özelliği üçgen biçiminde ve altın sarısı renkte olmalarıydı. Dışarıda ise hafiften, pembe bir yağmur çiseliyor, her yer gül suyu kokuyordu. Aşağıda, suyun üzerinde giden, iki eşkenar üçgenin hipotenüslerinden birleştirilmiş baklava dilimi şeklinde sarı gemiler vardı. Otomobil, kamyon, otobüs namına hiçbir araç yoktu. Zaten asfalt da yoktu. Her yeri su kaplamıştı. Küresel ısınma mı olmuş yoksa birileri bir yerde muslukları mı açık unutmuştu? Öylesine sulu bir dünyadaydık.

Otobüsümüzün içinde tek tip eşofman giyinmiş, heyecanları gözlerinde asılı, yaklaşık otuz adam vardı. Bazıları önlü arkalı ve çapraz şekilde sohbet ediyorlardı. Bazıları da yalnızlığı seçip kafalarındaki kocaman kulaklıklarla müzik dinleyerek ya da başlarını otobüs camına dayamış ve gözlerini kapatmış vaziyette maça odaklanmaya çalışıyorlardı. Zira göğsünde beyaz ay yıldız bulunan baştan aşağı kan kırmızı eşofmanlar üzerimizde hem bizim için hem de insanlık için çok önemli bir maça gidiyorduk. Venüs ile Gezegen maçımız vardı. Karşılaşmanın yapılacağı stada az bir mesafe kala, kırmızı ışıkta durduğumuz bir anda Spor Bakanı Nihat Doğan görüntülü olarak bağlandı otobüsümüze. Boğuk ama gür sesiyle heyecanımızı ve milli duygularımızı kabartan coşkulu bir konuşma yaptı.
“Evlatlarım, yiğitlerim. Sizin de bildiğiniz gibi yıllar önce Güneş Sisteminin iki süper gücü Uranüs ve Venüs tarafından sadece dünyamız değil Galaksimizde esaret altına alınmak istenmiştir. Bir süreliğine de olsa dünyayı ikiye bölüp Kuzey Yarımküre’yi Venüslüler, Güney Yarım Küreyi de Uranüslüler işgal etmişlerdir. Ve fakat şanlı bir direnişle özgürlüğümüze, milletimize pranga vurmak isteyenlere, haktan ayrılmayan Anadolu insanın gücünü bir kez daha gösterdik. Hatırlayın!
Bu direnişimiz diğer ulus devletlerine de örnek oldu. Geçici de olsa dünyamız bu beladan kurtuldu. Ne var ki; bu şer odakları, gelişmiş cihazları sayesinde teknolojik ve psikolojik üstünlüklerini her daim üzerimizde baskı unsuru olarak kullanmaya devam ediyorlar. Kaba kuvvetle, zorla hükmedemedikleri milletimize siyasetin yanı sıra sanat ve sporla hükmetmeye çalışıyorlar. Buna izin verecek miyiz?”

Biz gaza gelip hep bir ağızdan “Hayır,” diye otobüsü inlettiğimiz sırada yeşil ışık yandı. Sarsılarak hareket ettik. Bakan Doğan coşmuştu bir kere.
“Hayır tabi ya! Malumunuz, Özgür Dünya Devletleri Konseyi son 10 yıllık başarılarımızdan dolayı Dünya’yı temsil etme görevini bize vermişti. Biz de bu namertlere dünyanın kaç bucak olduğunu bir kez daha göstereceğiz Allah’ın izniyle. Gösterecek miyiz?”
Biz yine, bir otobüs dolusu adam gırtlağımız koparcasına haykırdık.
“Göstereceğiz!”

Bakan, alnında biriken teri beyaz mendiliyle silip konuşma boyu önünde duran bardaktan bir yudum su aldıktan sonra sözlerini tamamladı.

“İnşallah. İnşallah yiğitlerim. Bugünkü maçın ehemmiyetini sizler iyi biliyorsunuz artık. Şimdi sizlerden terinizin son damlasına kadar mücadele etmenizi, son yedi yıldaki başarılarınıza bir yenisini daha ekleyip 180 milyonu yine sevince boğmanızı Bakan Nihat Doğan kisvemden çok bir vatandaş, bir ağabeyiniz, bir hemşehriniz, bir komşunuz, bir kaderdaşınız olarak istiyorum. Hem ne demiş büyük düşünür, usta şair Mehmet Âkif Ersoy; ‘İsterseniz, istediğiniz adam olursunuz.’ Haydi aslanlarım göreyim sizi. Çıkın, parçalayın şu kendini bilmezleri. Rabbim yâr ve yardımcınız olsun.”
Bu son iki cümleden sonra biz otuz adam iyice kendimizden geçtik. Tezahüratlar ve alkışlar eşliğinde ayaklandık. Otobüsümüz hava boşluğuna düşmüş gibi kısa süreliğine yalpalasa da tecrübeli şoförümüz durumu çok çabuk toparladı.
                                                                              
Böyle bir ahval ve şerait içinde, maçın oynanacağı yere indik. Rakip Venüs. Zorlu bir rakipti. Zaten futbolda Galaksinin üç büyüğü, Dünya, Uranüs ve Venüs’tü. Haliyle bu güçlü takımlardan ikisi karşı karşıya geldiğinden maça ilgi de çok büyüktü. Gökyüzü tıklım tıklımdı. Öyle ki kuş salsan ne aşağı inebilir, ne de yukarı çıkabilirdi. Gerçi pek kuş da göremedim ortalıkta. Metal yığınlarından başka uçan tek bir cisim yoktu. Maç kendi sahamızdaydı ama gerçek manada deplasmandaydık. Etrafımız, tamamı Venüs ve çevre gezegenlerden gelen uçan üçgenlerle çevrilmişti. Yine tribündeki oturma yerleri sapsarı kafalı Venüslülerle doluydu. Bizi destekleyen ise yaklaşık kırk Kapadokya balonu içindeki sayıları beş yüzü bulmayan fanatik taraftarımızdı. Böyle olacağı baştan belliydi. Mars’ı Marsta iki sıfır yendikten sonra Van Gölü semalarında Uranüs’e dört, yine deplasmanda Plüton’a sekiz gol atınca bunlar gezegen olarak acayip bilenmişlerdi bize karşı. Hatta abartısız tüm Güneş sistemindeki gezegenler birlik olup bize karşı birleştiler. Bir hazımsızlık, bir çekememezlik hali vardı. Başarı düşmanlığı her yerdeydi. Hoş şeyler değildi tabi bunlar. İnsanın insana etmediğini uzaylılar ediyordu. Gerçi biz de az değildik. Teknolojide olmasa da futbolda süper güçtük ve 2023’den beri bileğimiz bükülmüyordu. Başarının vermiş olduğu, gururla kibir arası bir güvenle ağırdan alıyorduk. Herkesle, her istediği vakit maç yapmıyorduk. Venüslüler maç için ısrarla kapımızı çaldığında da bir iki kez kibarca reddettik. Anlamadılar. Önce ABD başkanı Leonardo DiCaprio’yu soktular devreye. Eskisi kadar olmasa da yine de Birleşmiş Milletler’de sözü dinlenebiliyordu Amerika’nın. Ama bu işte bir etkisi olmadı. Israrları bitmiyordu. Kuzey komşumuz, Rusya’nın başkanı MariaSharapova’yı soktular bu sefer devreye. Sharapova'ya hemen hayır diyemedik tabi. Her ne kadar yaşlanmış olsa da yılların Sharapovası bir kere. Biraz düşünme süresi istedik ve sonra madem çok istiyorsunuz çaycı İlteriş’e gidin o size gün versin dedik. Doğal olarak şaşırdı garipler.

“ABD, Rusya, Nasa, Tabula Rasa çözemedi bir çaycı mı halledecek işimizi,” dediler.

O vakit lisan-ı münasiple anlattık durumu.

“O İlteriş ki değil dünyanın, kâinatın en güzel çayını demler. Çay bizim her şeyimiz çünkü. Dünya bir yana, çay bir yana,” dedik. Anlamadılar yine. Fakat anlamış gibi yapıp gittiler.

Nihayet, eski İnönü Stadı’nın olduğu yere dikilmiş olan, üç yüz otuz üç katlı Acun Medya Tower'ın zirvesindeki Teras Arena Stadı’nda karşı karşıya geldikAd. amlar hem güçlü hem de iddialıydı. Isınmaya çıktık bir de ne görelim? Golcüleri iki buçuk metre boyunda, kalecilerinin üç bacağı, dört kolu vardı. Orantısız güç kullanımı mevcut diyerek hemen Birleşmiş Gezegenler Temsilcisine itirazda bulunduk. Fakat temsilci, görev yaptığı zamanlarda İsrail'in arkasını kollayan eski Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon'un akrabası çıktı.
“Kurallara aykırı bir durum yok. Bu oyuncuları oynatmak onların en tabi haklarıdır,” dedi.

Aldığımız bu cevap üzerine maçın başlamasına bir iki dakika kala, etrafta gördüğüm üçgen sembollere inat, tüm arkadaşları orta sahada hilal şeklinde kenetledim. Maksadım hepsini gaza getirmekti. Çünkü artık bu ortamda ne taktik, ne de teknik işlerdi. Tam Çanakkale’den hamasete girmek üzereyken sağ omzuma bir cisim geldi. Döndüm, arkama baktım. Yerde kızılımsı renkte, fındık büyüklüğünde biçimsiz bir gök taşı duruyor. Başımı yukarıya kaldırdım. Venüs’ün en fanatik taraftar topluluğu ‘Kill For You Venüs’ grubu, açmış oldukları ‘Bize Her Yer Venüs’ pankartının hemen üstünde, anlamsız el kol hareketleri yapıyorlardı. Adamlık bizde kalsın, diyerek bu hareketlerine karşılık vermedim. Zaten temsilci de onlardan yana tavır koyduğu için itiraz etmenin, taşı alıp gözlemciye vermenin bir anlamı yoktu. Hem torunlara da bir hatıra olur diyerek göktaşını şortumun cebine attım. Hilal şeklinde dizilmiş ve her biri dizginleri zor tutulan kısrak gibi gerilmiş olan takım arkadaşlarımı coşturmak için, göktaşının da vermiş olduğu can havliyle Çanakkale'yi bıraktım. Biz Türkler diyerek, direkt 751 Talas savaşından mevzuya girdim. Ayıptır söylemesi tarihim biraz şahanedir.
1040 Dandanakan, 1396 Niğbolu, 1453 İstanbul’un fethi, 1526 Mohaç Meydan Savaşı, 1538 Preveze Deniz Zaferi, Kurtuluş Savaşı derken 2023 güzündeki soğuk savaşlarda hem Almanya’yı hem de Amerika’yı nasıl dize getirdik derken farkında olmadan gazın dozunu epey kaçırmışım. Öyle ki; istiklâl marşımızı her zamankinden daha coşkuyla, İsviçre maçındaki Alpay Özalan ruhuyla ve çenemiz yırtılırcasına okuduk. Bu coşku karşısında önümüzde kim durabilirdi?

Nitekim 2014 dünya kupasında ev sahibi Brezilya karşısındaki Almanya gibi maça çok hızlı başladık. İlk yirmi beş dakikada skoru beş sıfır yaptık. Aslında daha çok atacaktık bu kendini bilmezlere ama duayen Rıdvan Dilmen’in rakibe saygı düsturu aklıma geldi. Ayrıca devre arasında, spiker Yalçın Çetin'in yanında yorumcu olan Ömür Üründül'ün heyecandan bayıldığı haberini alınca çocuklara ikaz ettim. İkinci yarı kendi alanımızda top çevirip üzerlerine fazla gitmedik. Tabi çirkef Venüslüler bunu da kaldıramadılar. Oyun bir kaç kez sahaya atılan göktaşları yüzünden durdu. Dokuz ayrı dilde anonslar yapıldı. Olayların tekrarı halinde büyük cezalar verileceği belirtildi. Bunun üzerine sakinleştiler. Zaten sonucun değişmeyeceğini anlayan birçok Venüslü taraftar ve diğer gezegen destekçileri maç bitmeden kafileler halinde atmosferin dışına çıktılar. 
O gün maçı 5-1 kazandık. Ben biri kendi kalemize olmak üzere iki gol attım. Maç sonundaki sevincimiz ise görülmeye değerdi. Maç biter bitmez bizi destekleyen taraftarlarımıza koştuk. Kırmızı - Beyaz diye karşılıklı tezahüratlar yaptık. Orta sahada Çaycı İlteriş’e üçlü çektirdik. Yetinmeyip Şile bezinden kotarılmış formalarımızı çıkarıp taraftarlarımıza attık. Daha doğrusu atmaya çalıştık. İlk önce ve sadece boy ve kol avantajı olan bir doksan dokuzluk kalecimiz Şevki’nin forması Kapadokya Balonundaki taraftarlarımıza vardı. Bir de Filistin asıllı sol bekimiz Abdullah Caber’in forması ulaştı. Ben de 4 numaralı formamı cefakâr seyircimize atmak istiyordum. Lakin arkamdan biri, devamlı olarak omzumdan çekiştiriyordu. Arkamı döndüğümde ise kimseyi göremiyordum. Takım arkadaşlarımdır herhalde deyip formayı yeniden atmaya niyetlendiğimde aynı sahne tekrar ediyordu. Sürekli olarak sağ omzumdan çekiştiriliyordum. Arkama dönüp bakıyordum. Kimseleri göremiyordum.

                                                                     * * *

Bu şekilde üç dört kez çekildikten sonra gözlerimi araladım. Siyah kafalı, beyaz gövdeli bir şey gördüm. Bir an korkuyla irkildim. Sonra her iki elimin işaret parmak boğumlarıyla gözlerimi ovuşturup bir daha baktım. Bizim selvi boylu, konuşkan, esmer şoför;

"Sayın abim Beşiktaş servisin son durağı. Burada inmelisin," dedi.

İndim.
Bavulumu sürükleye sürükleye Beşiktaş meydana kadar yürüdüm. Işıklarda karşıya geçmek için bekleyen kalabalığın arasına karıştım. Birkaç kişi, yayalara kırmızı ışık yanarken koşarak karşıya geçti. Ben de hemen geçmek için sabırsızlandım. Fakat bavulumun hem tekeri kırık hem çok ağırdı. Çoğunluğa uyup bekledim. Yeşil ışık yandığında, içinde bulunduğum kalabalık, nehirde akıntıya kapılmış bir tahta parçası gibi iskeleye kadar sürükledi beni. Vapurun gelmesine daha on beş yirmi dakika vardı. Hava sıcak, bekleme salonu dolu, deniz kenarı esiyordu. Bavulumu yere bırakıp iskelenin yanındaki beton duvarın üstüne oturdum. Ayaklarımı denize doğru sallandırdım. Kâh parlak maviliği ile gözümü alan boğazın güzelliğini, kâh kenardan atılan simitleri çığlık çığlığa kapmaya çalışan martıları ve onları çocukça bir sevinçle besleyen koca koca adamlarla kadınları izlemeye koyuldum.
Bu görüntüler eşliğinde, gündelik ve sıradan düşüncelerim arasında kaybolmuşken sağ omzumun üstünden yumuşacık bir ses işittim.

 “Pardon bu sizin galiba? 
Sesin geldiği yöne döndüm. Altın sarısı saçları ve dünyamı durduran gülümsemesiyle bir kadın, elinde tutmuş olduğu Çanakkale
-İstanbul otobüs biletimi uzatmış, ela gözleriyle bana bakıyordu.
.
Son çalan şarkı : Ferdi Özbeğen - İşte bu bizim hikayemiz

.

önemsiz not : işbu hikaye otogar ve uranüs'e beş venüs'e on yazılarının birleşmesi sonucu meydana gelmiştir.