beş vakit - 8 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 8

sabah :
peronun en ucunda, elimde siyah evrak çantam, kafamda günlük düşüncelerim metronun gelmesini bekliyordum. ne kadar zaman bekledim hatırlamıyorum. önce trenin "geliyorum, kenara çekilin ıslığını" duydum. hemen akabinde; sırtında turuncu yeleği, elinde telsizi ve kıçında plastik copuyla yasal bir güvenlik görevlisinin tıpkı leman sam'ın şarkısındaki gibi usulca yanıma yaklaştığını gördüm. güvenlik görevlisi ilan-ı aşk edecek gibi görünmüyordu. şarkı da söyleyeceğini sanmıyordum. tüm bunlara karşın o bilindik sert görevlilerden hiç değildi. oldukça kibar bir tonda  "beyfendi sarı çizginin gerisinde durmanız gerekiyor, lütfen geriye gelir misiniz" dedi. sesindeki merhamet ile samimiyet arasındaki ton aile babası olduğunu ele veriyordu. belli ki hayatımdan endişe etmişti. soğuk raylara nasıl kilitlenmişsem artık... 
sesindeki naiflik mi yoksa yüzündeki samimiyet mi tam olarak emin değilim. belki de turuncu yeleği! bilemediğim bir şeyi tesir etti. derinliğini bilmediğim bir kuyudan tutup çıkardı beni..
gülümsedim. en son ne zaman gülümsediğimi aradım hafızamın sisli ara sokaklarında. bulamadım. ya da en son ne vakit gerçek bir insana tesadüf etmiştim. hatırlayamadım.
.

öğle :
yemekten sonra,  güneşe çıktım. kararsız adımlarla dolanırken köşede, adeta kimse görmesin diye saklanmış, salaş bir cafe gördüm. ilk kez geldiğim bu yerde ne vakittir yapmayı unuttuğum ya da ıskaladığım bir şeyi hatırladım. en son geçen sene yine bu vakitler, ikibinondört'ün herhangi bir kasım gününde işi gücü siktir edip yarım saat gecikme pahasına öğle arası kahvesi içmiştim. türk kahvesi. az şekerli ya da sade. farketmiyor. çünkü kahveyi değil kış güneşini seviyordum.
.
ikindi :
metroda masumiyet müzesi'ni okuyordum. önceden okuduğum kitapların aksine bu kitabın yolcuların ilgisini daha çok çektiğini farkettim. pembe renkli, çok kalın bir kitaptı. acaba dedim içimden, bu kadar ilgiye mazhar olan kitabın rengi miydi yoksa kalınlığı mıydı? ya da ve belki de kitabın bizatihi kendisidir diye düşündüm. bilemedim.
.
akşam :
annemi seviyorum. yalan yok şimdi; sohbetini ve tabi ki çok özlediğim yemeklerini de. arada bahaneler uydurup uğrarım yanına. lakin bu akşam bahaneye gerek yok. emekli maaşının günü. babam öldüğünden beri ben götürüyorum maaşını. geleceğimi biliyordu ama şimdi evde yok. anahtarlarımı bulamadım. alt komşumuza (aynı zamanda annemin kiracısı) indim. içeriden tanıdık ama eskilerden bir şarkının sesi geliyordu. "aylar geçse de yıllar geçse de bir ömür böyle bitse de ben seni unutamam" diyordu şarkıcı. hatırladım. doksanların ferda anıl yarkın'ı bu. zile bastım. müzik sesi kesildi. ardından kapı yavaşça açıldı. alt komşumuz, kucağında çocuğu ile görünür görünmez beni tanıdı. "hoş geldin mithad abi" dedi. annemi sordum.  çıkarken o'na semt pazarına ineceğini, onbeş-yirmi dakikaya döneceğini söylemiş. teşekkür edip ayrılırken "dışarda kalma, buyur içeride bekle istersen" dedi. bu son derece kibar ve samimi davete tekrar teşekkür ederek binanın ön tarafına geldim. yaz kış orada bulunan veranda koltuklarından birine oturdum. bir an için kasım ayazını iliklerimde hissettim. çantamdan telefonumu ve kulaklığımı çıkardım. youtube'da ferda anıl yarkın'ın sonuna kadar şarkısını buldum...
.
yatsı:
çay istemedi canım. "baban olsa bir demlik çayı bitirirdi" dedi annem. sessizlik oldu.  ıhlamur istedim. kalktı, ıhlamur kaynattı. ben de karşılığında şaklabanlık yaparak "dile benden ne dilersen valide sultan" dedim. güldü. sevdiği yerli bir dizi varmış televizyonda. onu aradım kanal kanal. kumandaya dokuzuncu basışta buldum dizisini. çocuk gibi sevindi. o sevindi diye ben de sevindim. onbeş-yirmi dakika  o'nunla birlikte diziyi izler gibi yaptım. arada lafladık eskilerden, gelecekten. televizyon karşısında uyuklamaya başlayınca televizyonun sesini kısıp sessizce yan odaya geçtim. kitaplıktan rastgele bir kitap aldım. kuşe kapağın iki yaprak çevirimi ötesine çok afili bir yazıyla günün tarihini not düşmüşüm. 04 kasım 2011 istanbul demişim ve yakışıklı bir de imza atmışım üzerine. bilhassa şekilli istanbul yazımı çok beğendim. kitabın diğer sayfalarını da şöyle bir karıştırdım. sahaf ve huzur kokuyordu. kokladıkça içime doluyor, daha da derine çekiyordum bu naif kokuyu. o an neden bilmem francoiz breut dinlemek istedi canım. daha önce hiç dinlemediğim bir şarkısını buldum internetten.. ben şarkıyı tekrar ve tekrar dinlerken kitabın altını çizdiğim yirminci sayfasında diyordu ki yazar;  "...iki yıl kadar önce bu köye yerleşirken yapmak istediğim tek şey vardı:  bir şeyler yazmak. çok küçük bir hayat....en temel olanlarla yetinmek.. zeytin, zeytinyağı, şarap, balık, çay, pirinç ve o köyün ekmeği, sebzeleri."  hani ve neredeyse hayalimin tamamını betimleyen bu üç buçuk satırı bir kez daha okudum. sonra bir daha. dört veya beş kez okuduktan sonra kitabın kapağını kapadım. hemen ardından da gözlerimi. francoiz dedim, ne güzel bir kadın.




.