ayrılık çeşmesi - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ayrılık çeşmesi



marmaray hattına devam edecek yolcularımızın ayrılıkçeşmesi’nde inmeleri gerekir anonsu yapıldığında farkettim o'nu ilk kez.
kitap okuyordu. masumdu. gençti. çok güzeldi. bana kalırsa çok da akıllıydı. akıllı insanlar hep ilgimi çekmiştir zaten. hele bir de kitap okuyorlarsa. etrafıma şöyle bir baktım. yakınımdaki beşli oturma gruplarında ne çok kitap okuyan vardı. yakın zamanda, benim haberim olmadan salgın bir hastalık başlamış olmalıydı! en çok kitabın metroda okunduğunu biliyordum. ama bu kadarı bizim coğrafyamız için çok fazlaydı. hem amerika ve japonya'da olurdu böyle şeyler. bir de filmlerde. 
şimdi bakıyorum da; etrafımdaki iki kişiden biri kitap okuyordu nerdeyse. bir reklam çekimi, gizli kamera olayı olabilir miydi? çaktırmadan herkesi ve her yeri inceledim. temizdi!  peki rüya olabilir miydi? klasik yöntemi uyguladım. canım yine çok yandı. şu çimdik ayarını bir türlü tutturamıyordum...
.
"ne okuduğun önemli değil, yeter ki oku çocuğum" derdi rahmetli dedem bana ve diğer üç kardeşime. en söz dinleyeni değil de okumaya en heveslisi ben çıktım aralarında. dört yaşında elliikiye kadar saymayı, dörtbuçuk yaşımda alfabeyi, beş yaşımda okumayı öğrenmişim. hatırlamıyorum. rahmetli babamın yalancısıyım. dayım kağıt oyunlarında bir numaraymış. matematikte 52 de kalmamın tek sebebi dayımdır. okula başlamadan tavlayı ve okeyi öğrenmem de onun eseridir. altı yaşında tersten konuşma ve okuma alıştırmaları yaparken dedemi kaybettik. o günlerden aklımda sadece; anastas mum satsana ve ey edip adana da pide ye gibi anlamsız kelime grupları kaldı. ilk okuma fişlerim duvarlardaki devrimci ve milliyetçi sloganlar olmuştu. o zamanlar şimdikinden daha da karışıktı. ben yine hatırlamıyorum. öyle anlatırdı babam eve gelen amcalara. hiç yüzünden adam öldürürlermiş. neymiş sağcıymış. neymiş solcuymuş. 
okumayı diyorum badanasız duvarlar üzerindeki kırmızı boyalı sloganlardan sökmüştüm yetmiş sonları seksen başlarında. sonra önüme ve elime ne geldiyse okudum...
.
saydım tam onüç kişinin yedisi kitap okuyordu.  hiç fena bir oran değildi. tüm bunları yazmıyor olsaydım şayet çantamdaki mehmet açar kitabıyla benle birlikte kitap okuyanların oranı normal şartlar altında ve metroda onüç de sekiz olacaktı. salt çoğunluk yani. hükümet bile kurabilirdik metroda. iç işlerinde bağımsız dışarıda..  neyse.. dışarının canı cehenneme... 
bir vagon dolusu insanın tamamı olmasa da yedi kişi. ya da sekiz. mutlu ve huzurluyduk böyle. yoğun olan trafiğin ters istikametinde kalabalık olmayan, hala yer yer boşlukların olduğu, üstelik sekizli vagonda kadıköy'den dünyaya açılan trende gidiyorduk. sanki dünya bizimdi. yahut cemal süreya'nın..
...
ve işte o;  bir peri gibi, kendini kaptırmış bir şekilde, pür dikkat elindeki siyah-beyaz kitabı okuyordu. bense o'nu izliyordum. farkında değildi. kitap okumanın masumiyeti hep çekmiştir beni kendine. ama ve sanki bu sefer başkaydı. yirmibeşlerindeydi. belki yirmi altı. güzel yüzlü, bakımlı, aşırı makyajı olmayan. siyah tişörtü, siyah pantolonu ve bu siyahlığa uygun, ince,uzun siyah küpeleri ve sağ yanağında bir gamzesi vardı. yine son derece bakımlı ayaklarında parmak arası, gümüşe çalan ama sanki çağla rengini de çağrıştıran parlak bir çift ayakkabı vardı. ayaklardaki ojeler tabiki siyahtı. ben hakkında, baştan aşağıya bir romanı dolduracak malumat edinirken o başını kaldırmadan, gözünü dahi kırpmadan elindeki kitabı okuyordu. adeta nefes almıyordu. bu anlarda aklından neler geçiyordu bilemiyorum. merak ediyordum.
acaba o da benim gibi her üç cümleden birinde hayallere dalıyor mu yahut çözemediği sorunlar okuduğu bir kelime ile çağrışınca canını sıkıyor muydu? niye müzik dinlemiyordu mesela okurken?
keza elleri çok zarif ve narin. acaba benimkiler gibi o'nun elleri de daha ekim ortalarındaki serinlikten etkilenip üşüyor muydu?  hep aynı saatte mi biniyordu metroya?  benim gibi ilk vagon müdavimi miydi?
sorular, sorular, cevapsız sorular...
saate baktım 09:52. bu saatte iş olmaz. öğrenci olsa gideceğimiz istikamette bir üniversite var o da metroya çok ters. ne iş yapıyordu? kitabı neden bu kadar çok sevmişti? dahası kitabın adı neydi?
birden bostancı dedi mekanik ses. bostancı. kafamı kaldırdığımda masum güzel gitmişti. elimde bir tek sorular ve hayalimde masalsı bir güzellik kalmıştı. 
belki diyorum güneşli bir pazartesi sabahı yeniden karşılaşırız..
belki?