kuşlar , çakallar ve diğerleri - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

kuşlar , çakallar ve diğerleri

bazen de işte saçma sapan bir iyimserlik gelir çöker insanın yüreğine. üstelik en nefret ettiği pazar günü. elini ayağını nereye koyacağını şaşırır insan. şaşırdım haliyle.
çünkü  böyle sebepsiz sevinçler içime çöreklenmeyeli uzun zaman olmuştu. çok uzun zaman.
bir daha gelmezler sanırdım.
yanılmışım.
geldiler.
misafire git demek olmaz. dağınık ve yara bere içindeki gönül evimi çabucak toparlayıp içeri buyur ettim. lakin diğerlerinden farklıydı bu sefer ki. biraz havalı, hani siz entelmodernler nası dersiniz hah evet snob, burnu kaf dağına elçi gönderenlerdendi. haz etmedim o yüzden. bir de ukala ki sorma gitsin..
sen zahmet etme yerinden  su gibi akar giderim dedi.
ne yaptım ben de? öğle yemeği yerken hiç adetim olmadığım üzere açık olan televizyondan belgesel izledim. kuşlar ve çakalların cinsel hayatı üzerine bayağı bir bilgilendim. o arada bizimki gitmiş dediği gibi. ve su gibi.
kaldık mı bir başımıza.ben de camın kenarında kahvemi yudumlarken alt kat balkonuna konan yaşlı kargayı izledim bir süre. belgeselin etkisi olduğunu sanmıyorum bunda. zira tuhaf bir kargaydı bu. yaşlıydı bir de.
ben diyeyim kırküç sen de ellidokuz yaşında. çünkü ve zira bir rivayete göre dünyanın en uzun ömürlü kargası ellidokuz yaşında ölmüş. ben diyenlerin yalancısıyım şimdi. ötesini bilmem.
bizim kargaya gelirsek bu bilgece bir kargaya benziyordu. bir ara onu izlediğimi farketti. sağ omuzunun üstünden bir bakışı vardı ki anlatamam. ağlayamam.
böyle anlamlı bakışı en son martı schillaci'de görmüştüm ama ve şimdi zamanını hatırlamıyorum net olarak. karların erimeye yüz tuttuğu göçmen kuşların tacikistan'dan malatya aktarmalı eskişehir'e göç etmeye başladığı yokluk yıllarıydı sanırım. bu garibim kızılay'ı kırkbeş derece açıyla kesen köhne apartmanımızın karşısındaki devasa alışveriş merkezinin çatısında kukumav kuşu gibi düşünüyordu. eskişehirde martı tuhaf geliyor değil mi? bize de tuhaf geldi. öyle ki sabah mahmurluğunda leylek sandık ilkin. sonra işin rengi değişti. topaldı bu martı. bir kanadı da kırıktı üstelik. ne vakit ve niye geldiğini bilmiyorduk. sorduk kendi de bilmiyordu. hafızası kaybetmişti. kendini hindi zannediyordu. kabarmaya çalışıp tuhaf sesler çıkarıyordu. sen martı oğlu martısın göklerin kralı denizlerin padişahısın. aslanım koçum ağam paşan gazlarına yanıt vermiyordu. yemyeşil gözleri vardı. ve çok anlamlı bakıyordu puştoğlu. sonra bir gün kimseye haber vermeden uçup gitti.
işte o martı gibi bakıyordu bizim karga fedai. iri yapılı, parlak siyah tüylü, düz gagalıydı. otoriter ve güngörmüş bir varlıktı. her halinden belliydi. duruşu bile farklıydı. diğer kargalar yanına gelmeye cesaret edemeyip ikişerli üçerli gruplar halinde yaşlı ceviz ağacının dallarında dalga geçiyorlardı.
neden sonra bir şey anlatmak ister gibi korkusuzca bulunduğum camın önüne geldi.
lakin gelmesi ile gitmesi bir oldu. pencerenin kenarına kondu, gözlerime baktı ve gitti.
baktı ve gitti.
garipti. ama tanıdıktı da. şaşırmadım.
ince bir gülümsenin yüzümü yavaşca ve çepeçevre sarışını hissettim.
ve hemen akabinde  kalbimde oluşan sıcaklığı. demek sendin dedim içinden. demek sendin.
.